C
Celil
Guest
Konu Sahibi
Muhalif. Özel / Erdem Beliğ Zaman
Siz hiç çiçek açan beton gördünüz mü? Görmediyseniz Beyoğlu’na yolunuz düşmedi demektir. Mamafih senelerdir gri sokaklarında, Türkiye’nin her renkten çiçeği açar…
Bu kadim semt, bir zamanlar kültür hayatımızın da başkentiydi. Az hadiseler atlatmadı: 6-7 Eylül’ler, 12 Eylül’ler, 1 Mayıs’lar… Sonra az kişi geçmedi yollarından: dolandırıcılar, bankerler, hırsızlar… Son bir asırda ne tecrübe ettiysek her şey ve iyi-kötü bildiklerimizin hepsi onda yaşadı. Kötüler iyilere baskın geldikçe de tiyatro ve sanat maalesef öldü.
Bakanlık elini taşın altına koymuş, Beyoğlu Kültür Yolu festivaliyle bu mühim semte eski günlerinin baharını getirmek için kolları sıvamış. Geç kalmış ama ne iyi yapmış! Programı inceledim. Galataport’ta başlayıp, yeni açılan Atatürk Kültür Merkezi’nde biten bir güzergâh üzerinde onlarca etkinlik…
Gözüm katledilen o cânım Emek Sineması’nın üzerine dikilen Grand Pera’daki bir etkinliğe takıldı, daha doğrusu gösteriye… Heyecanlandım. Öyle ya salgın başladı başlayalı ayağımı bir tiyatro salonundan içeri atmamıştım. Oyuncunun devamlı oyunlarını seyrettiğim ve beğendiğim Ali Poyrazoğlu olması cesaretimi arttırdı ve pek sevdiğim Salah Birsel’e selam gönderir gibi bir ismi olan “Şıngır da Şıngır Beyoğlu” oyununun Pazar matinesine iki bilet aldım.
Pişman da değilim… Nereye kadar hapsolacaktık?
Bir teknik arıza sebebiyle yirmi dakika oyunun başlamasını bekledik. Arkada bizimle bekleyen Ali Bey, baktı ki arızanın giderileceği yok kendini sahneye attı ve gösterisine başladı…
O ân iki senelik tiyatro orucumu Ali Poyrazoğlu’nun bu tazecik oyununda gülerek açtım. Kana kana güldüm… Meğer ne çok özlemişim tiyatroyu… Bu tiyatroya elverişsiz salonda dahi eğlendim… Hiç değilse zaman zaman Covid-19 nedir unuttum, yanımda aksıranlara rağmen…
Ali Poyrazoğlu, Yunanca bir şiir okuyarak başladı söze… Türkçesini de söyledi biz çeviri bekleyen seyircileri için… Ortada yazılı bir piyes yoktu. Haydarı ve mendili olmayan bir meddahmışçasına tek başınaydı… Üç kalın kartona yazdığı başlıklardan hareketle hikâyeler, hatıralar anlattı. O koskoca Muammer Karaca, Muhsin Ertuğrul, Ulvi Uraz, Gülriz Sururi seyircilerin karşısına bir daha çıkmıştı sanki! Ali Bey, sadece anılarla da yetinmemiş; çok okumuş ve araştırmıştı. Bu gösteri, sadece eğlenmek isteyenler için değil, bir şeyler öğrenmek isteyenler için de biçilmiş kaftandı… Naum Tiyatrosu Beyoğlu’ndaki hangi meşhur yapının yerinde yükseliyordu, ya da neresi Komedi Tiyatrosu idi, kimin müthiş bir piyes koleksiyonu vardı gibi sorular gösterinin arasına ustaca yerleştirilmişti…
“Ben Türkçeliyim!” dediğinde neden bu lafı ediyor ki diye düşündüğüm Ali Poyrazoğlu, bu oyunuyla soruma cevabını vermiş oldu… O aynı zamanda sahnelerimizin yaşayan en iyi anlatı ustası da… Şu ana kadar gittiğim tek kişilik gösterileri hatırlayıp rahatça söyleyebilirim ki seyircinin nabzını onun kadar iyi tutanına rastlamadım. Adeta bir maestro gibi nerede alkışlanacağını, nerede gülüneceğini, nerede ağlanacağını (evet, bir kısımda hüngür hüngür ağladı!) seyirciye göstererek oynadı! Biz seyirciler de onun şefliğine uyduk; gülünecek yerde güldük, ağlanacak yerde ağladık…
Hele alkışı tasnif için sarf ettiği “beyaz kelebekler” tamlamasını hayatını edebiyata vakfetmiş biri olarak pek beğendim… Bu yüzden ona bu “beyaz kelebekler”den gönderiyorum…
Ali Bey, sözünü tiyatronun bu semtte yeniden canlanması ve şıngır da şıngır bir Beyoğlu’na kavuşmamız temennisiyle bitirdi. Sonra da geçti fuayedeki bir masanın başına kitaplarını imzaladı. Gösteri çıkışı kitap imzalarken oyun için fikrimi sorduğunda biraz daha oturacak diyerek kızdırmıştım kendini… Hoş görüp, affetmiştir herhalde…
Temsil bittikten sonra o çok sevdiğim İstiklâl Caddesi’ndeydim. Parasızlıktan avare akan kalabalık… Bir yanda şıngır da şıngır Beyoğlu hasreti; diğer yanda “yok cepte mangır Beyoğlu!” olduğunu yürüyüşlerden duyabileceğimiz sesler… Bu temenniye içim buruk iştirak edebildim...
Cebiniz para görürse, bir daha oynanacak mı bilmiyorum fakat oynanırsa muhakkak “Şıngır da Şıngır Beyoğlu’na” gidin derim. Hoşça vakit geçirmek için, gülmek için, öğrenmek için, en önemlisi de Türkçe duymak için…
Çok düz yazı konuştum bari “hikemi manzum bir parça”yla yazımı bitireyim:
"Tiyatro seviyorsan;
Fazla söze ne hâcet,
Git bu oyunu seyret…"
Siz hiç çiçek açan beton gördünüz mü? Görmediyseniz Beyoğlu’na yolunuz düşmedi demektir. Mamafih senelerdir gri sokaklarında, Türkiye’nin her renkten çiçeği açar…
Bu kadim semt, bir zamanlar kültür hayatımızın da başkentiydi. Az hadiseler atlatmadı: 6-7 Eylül’ler, 12 Eylül’ler, 1 Mayıs’lar… Sonra az kişi geçmedi yollarından: dolandırıcılar, bankerler, hırsızlar… Son bir asırda ne tecrübe ettiysek her şey ve iyi-kötü bildiklerimizin hepsi onda yaşadı. Kötüler iyilere baskın geldikçe de tiyatro ve sanat maalesef öldü.
Bakanlık elini taşın altına koymuş, Beyoğlu Kültür Yolu festivaliyle bu mühim semte eski günlerinin baharını getirmek için kolları sıvamış. Geç kalmış ama ne iyi yapmış! Programı inceledim. Galataport’ta başlayıp, yeni açılan Atatürk Kültür Merkezi’nde biten bir güzergâh üzerinde onlarca etkinlik…
Gözüm katledilen o cânım Emek Sineması’nın üzerine dikilen Grand Pera’daki bir etkinliğe takıldı, daha doğrusu gösteriye… Heyecanlandım. Öyle ya salgın başladı başlayalı ayağımı bir tiyatro salonundan içeri atmamıştım. Oyuncunun devamlı oyunlarını seyrettiğim ve beğendiğim Ali Poyrazoğlu olması cesaretimi arttırdı ve pek sevdiğim Salah Birsel’e selam gönderir gibi bir ismi olan “Şıngır da Şıngır Beyoğlu” oyununun Pazar matinesine iki bilet aldım.
Pişman da değilim… Nereye kadar hapsolacaktık?
Bir teknik arıza sebebiyle yirmi dakika oyunun başlamasını bekledik. Arkada bizimle bekleyen Ali Bey, baktı ki arızanın giderileceği yok kendini sahneye attı ve gösterisine başladı…
O ân iki senelik tiyatro orucumu Ali Poyrazoğlu’nun bu tazecik oyununda gülerek açtım. Kana kana güldüm… Meğer ne çok özlemişim tiyatroyu… Bu tiyatroya elverişsiz salonda dahi eğlendim… Hiç değilse zaman zaman Covid-19 nedir unuttum, yanımda aksıranlara rağmen…
Ali Poyrazoğlu, Yunanca bir şiir okuyarak başladı söze… Türkçesini de söyledi biz çeviri bekleyen seyircileri için… Ortada yazılı bir piyes yoktu. Haydarı ve mendili olmayan bir meddahmışçasına tek başınaydı… Üç kalın kartona yazdığı başlıklardan hareketle hikâyeler, hatıralar anlattı. O koskoca Muammer Karaca, Muhsin Ertuğrul, Ulvi Uraz, Gülriz Sururi seyircilerin karşısına bir daha çıkmıştı sanki! Ali Bey, sadece anılarla da yetinmemiş; çok okumuş ve araştırmıştı. Bu gösteri, sadece eğlenmek isteyenler için değil, bir şeyler öğrenmek isteyenler için de biçilmiş kaftandı… Naum Tiyatrosu Beyoğlu’ndaki hangi meşhur yapının yerinde yükseliyordu, ya da neresi Komedi Tiyatrosu idi, kimin müthiş bir piyes koleksiyonu vardı gibi sorular gösterinin arasına ustaca yerleştirilmişti…
“Ben Türkçeliyim!” dediğinde neden bu lafı ediyor ki diye düşündüğüm Ali Poyrazoğlu, bu oyunuyla soruma cevabını vermiş oldu… O aynı zamanda sahnelerimizin yaşayan en iyi anlatı ustası da… Şu ana kadar gittiğim tek kişilik gösterileri hatırlayıp rahatça söyleyebilirim ki seyircinin nabzını onun kadar iyi tutanına rastlamadım. Adeta bir maestro gibi nerede alkışlanacağını, nerede gülüneceğini, nerede ağlanacağını (evet, bir kısımda hüngür hüngür ağladı!) seyirciye göstererek oynadı! Biz seyirciler de onun şefliğine uyduk; gülünecek yerde güldük, ağlanacak yerde ağladık…
Hele alkışı tasnif için sarf ettiği “beyaz kelebekler” tamlamasını hayatını edebiyata vakfetmiş biri olarak pek beğendim… Bu yüzden ona bu “beyaz kelebekler”den gönderiyorum…
Ali Bey, sözünü tiyatronun bu semtte yeniden canlanması ve şıngır da şıngır bir Beyoğlu’na kavuşmamız temennisiyle bitirdi. Sonra da geçti fuayedeki bir masanın başına kitaplarını imzaladı. Gösteri çıkışı kitap imzalarken oyun için fikrimi sorduğunda biraz daha oturacak diyerek kızdırmıştım kendini… Hoş görüp, affetmiştir herhalde…
Temsil bittikten sonra o çok sevdiğim İstiklâl Caddesi’ndeydim. Parasızlıktan avare akan kalabalık… Bir yanda şıngır da şıngır Beyoğlu hasreti; diğer yanda “yok cepte mangır Beyoğlu!” olduğunu yürüyüşlerden duyabileceğimiz sesler… Bu temenniye içim buruk iştirak edebildim...
Cebiniz para görürse, bir daha oynanacak mı bilmiyorum fakat oynanırsa muhakkak “Şıngır da Şıngır Beyoğlu’na” gidin derim. Hoşça vakit geçirmek için, gülmek için, öğrenmek için, en önemlisi de Türkçe duymak için…
Çok düz yazı konuştum bari “hikemi manzum bir parça”yla yazımı bitireyim:
"Tiyatro seviyorsan;
Fazla söze ne hâcet,
Git bu oyunu seyret…"